ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

26 Şubat 2013 Salı

BANLİYÖ TRENİ

Treni sevdim.

Aslında alışık olmam hatta tercih etmem gerekirdi; yurtdışındaki deneyimlerimden hazırlıklı olmalıydım. Ama ‘burası Türkiye’ saplantısı var ya, bir de en son on üç yıl önce binmişliğim var; hiç tekin değildi. Koltukları çürümeye yüz tutmuş tahta, yolcuları Numune’nin gece yarısı sonrası halkı… Olumsuz beklentim gerçekdışı çıktı.

Önce gün ortası, Haydarpaşa’dan eve dönerken bindim. Vagonlar yenilenmiş, dökülen sıra yok, temiz, içerisi sıcacık. İnsanlar sen ben gibi, sıradan, çevreye güvensiz, kendileri güvenilir. Dakikası dakikasına kalktı, hiç gecikmeden vardı. Böyle olunca sabah denedim, yine aynı şey. Biraz kalabalık oluyorsa da hınca hınç değil, sadece ayakta kalıyorum. Yarı yolda boşalıyor, oturabiliyorum. Kar yağdı, yağmur çamur oldu diye gecikmiyor, trafiğe takılmıyor, gelişi de varışı da saatinde. Neden her yere tren yok? Bir de neden var olanları yok etmeye çalışıyorlar? Ne biçim politika bu?

Alıştım ya, kimler kullanıyor diye gözlemlemeye başladım. Öncelikle öğrencilerin tercihi. İlk istasyonlardan binmiş oluyorlar. Ellerinde bir gece önce çalışmaları gereken ancak yetiştiremedikleri derslerin notları. Kısmen okuyup kısmen uyukluyorlar. Elbette ki oturan yolcular onlar. Benim sevdiklerim; ana merkezlerde inip aktarma yapanlar. İkinci grup evlere temizliğe giden kadın işçiler. Genellikle birkaç kişi birlikte oluyorlar, çalıştıkları işyerlerinin dedikodusunu yapıyorlar. Bir işveren halıların altındaki tozlar alınmış mı diye kontrol ediyormuş. “Nasıl katlanıyorsun?” diye soruyor arkadaşı. “Alıştım, altı senedir ondayım” diyor anlatan. Peki, ama halı altındaki tozları almak zaten görevin değil mi? Lafa karışmak istesem de uygun olmaz diye kendimi frenliyorum. Bazısı oturuyor. Kokuları hep aynı. Banyo yapmamışlar, belli ki doğalgazı kullanmıyorlar, bir odaya sığınıp Ufo’yla ısınıyorlar, haftada, on beş günde bir falan sıcak suyla temas ediyorlar; terle karışık yıllardır temizleyici yüzü görmemiş kirli manto kokuyorlar. Çoğu daire almış, bahsediyorlar da biliyorum, gelirlerinin üzerindeki borcu ödemek için kişisel temizlikten ve uygun, geniş mekanlarda oturup ısınmaktan kaçınarak tasarruf ediyorlar. Öncelikleri, güvence saydıkları mülke sahip olmak. Nasılsa televizyon yani tek eğlence şimdiki küçük odaya da sığıyor. İnecekleri istasyonları ezberledim sayılır, ikametlerine yakın merkezlerden çok farklı. Öğrencilerin yakınında değilsem onlardan boşalan koltuklara oturuyorum. Her ne kadar ekonomik düzeyleri düşük desem de aşırı kilolular. Dayım ölmeden önce son kez İstanbul’a geldiğinde: “Bak Nedret, bu şehirde gerçek fakir yok” demişti. “Fakir insan yeterli yiyecek bulamaz, zayıflar. Sokaklarda hiç zayıf, avurtları çökmüş insan görüyor musun? Herkes gereğinden fazla besili. Onların fakirliği açgözlülükten.” Bu yorumuna çok kızmıştım. Kim bilir, gençtim, insanları öyle görmek istemiyordum belki, daha pek çok neden… Şimdi sanırım hak veriyorum. Benim boyumdaki ve benden yirmi yaş genç birinin otuz kilo fazlası olması için iki hatta üç katım yemesi gerekir, doğru. Karbonhidrat ağırlıklı beslenme diye söyleniyor, onca karbonhidrat da para! Üstelik çoğunun köy bağlantısı var, kuru bakliyatı, sebzesi, meyvesi, salçası, turşusu, yağı, peyniri bedava geliyor. Oburluk olmasa şişmanlık olmaz, gerçek bu kadar basit. Konuyu dağıtmayalım, tren ahalisinden bahsediyorduk. Bir diğer birbirine benzer kitle, mavi iş konutlarında kısmen esnek zamanlı çalışanlar. Gençleri beceriksiz, akşam aramaları gereken müşterileri ihmal etmişler, sabahın köründe telefon edip kızdırıyorlar. Bazıları hayal kuruyor, arkadaşlarıyla da paylaşıyor. Hayaller hep altlarına araba verilecek daha geniş olanaklı ve çok paralı işler hakkında. Omuzlarında laptop çantaları asılı. Kızlar aceleyle makyaj yapmışlar, belli. Kahvaltıdan çaldıkları zamanı gün ağarmadan yüzlerini boyamaya harcamışlar. Az konuşuyorlar, erkeklerin yükselme hülyalarını dinlemekle yetiniyorlar veya dinler gibi görünüyorlar. Bazıları telefonlarına kilitlenmiş, bir yandan müzik, diğer yandan mesaj, zamanı unutuyorlar. Tümü Söğütlüçeşme’de inecek, metrobüse binecek, biliyorum. Oturmak için onlardan bana hayır yok. Ara istasyonlardan benden sonra binenlerin yüzde doksanı yine ara istasyonlarda iniyor. Sekreterler, garsonlar, büyük hanların kapı görevlileri, eczane kalfaları, mağaza çalışanları… Patronlardan önce işyerlerine varıp hazırlık yapmaları gerek. Tek tekler, çevreye ilgisizler, çoğunun elinde nasıl edindiklerine akıl erdiremediğim i-phone’lar, üzerlerinde incecik pardösüler, montlar, ayaklarında rahatsızlığı bağıran bakımsız ayakkabılar. En oturaklı grup esnaflar. Çoğunluğu motorla Eminönü’ne geçecek. Tüm istasyonlardan binebiliyorlar, vagonları evleri gibi kullanabiliyorlar. Havasızlığı fark edip pencereleri açanlar, sıcaktan bunalınca kalabalığa dokunmadan üzerlerindeki kalın giysileri çıkartıp rahatlıkla kollarına almayı başaranlar, ayakta bulmaca çözenler, spor gazetelerine göz gezdirenler, kısa ve pratik telefon görüşmeleriyle daha işyerlerine varmadan çok şeyi yoluna koyanlar onlar. Gülen yüzleri, hafif tıknaz yapılarıyla İstanbul’un dişli çarkının gerçekçi parçaları. Bir de benim gibi her telden çalanlar var. Sessiz gözlemciler, sadece uyuklayanlar, bir yandan yüksek askılara tutunup diğer yandan kitap okumaya gayret edenler, trene uyumsuz yüksek ökçeli ayakkabılarıyla dengede durmaya çalışan şık kadınlar, ‘ben de toplu taşımayı kullanıyorum, uygarım, arabamı hanıma bıraktım’ bakışlarıyla hepimizi süzen bazıları keçi sakallı, bazıları küpeli, bazılarıysa önleri dökülüp kırlaşan saçlarının arka kısımlarını uzatarak atkuyruğu yapmış orta yaşlı hatta yaşlıca erkekler. Hiç fena değil. Hep beraber, şu koca kentin çalışan kesiminin nedense memurlar hariç hemen hemen bütün örnekleri tıngır mıngır yolculuk ediyoruz. Biraz sarsıntılı olsa da çok rahatsız edici değil. Gürültüsüz, ara sıra Marmara ve adalar manzaralı, hiç denecek kadar gecikmesiz.

Tren Haydarpaşa’ya varırken yavaşlıyor. Yeni tip vagonlarda ara bölmeler yok sadece yer bağlantıları var. Çoğu yolcu kalkıp öne doğru ilerliyor. Ne de olsa motorun kalkmasına beş dakika var, gara adım attıktan sonra acele etmeden iskeleye varmanın kolay yolu. Bazen ben de onlara katılıyorum, her zaman değil. Tıslayarak açılan kapılardan boşalıyoruz. Haydarpaşa garının yüksek tavanlı, loş taşlığı çok etkileyici. Denize inen merdivenlerin hemen altında kara lokomotif duruyor. Ona şimdiye kadar hep vapurdan bakmıştım, bu yakadan görmek de güzelmiş. Basamakları genellikle ağır ağır iniyorum, manzaranın tadını çıkara çıkara. İnsanlar ayrılıp iki ayrı iskeleye yöneliyorlar. Bense bazen ona, bazen buna.

Semirmiş güvercinlerin tavuklar gibi dolaştığı, tembel martıların simit parçalarıyla doyduğu limandaki minik büfeden tost alıp yediğim oluyor. Motoru gönderip Kadıköy’den gelecek olan vapuru beklerken mendirekte sıralanmış su kuşlarını seyrediyorum. Kıpırtısız duruyorlar sanki onlar da bana bakıyor. On dakikam var, karnım doydu, sigaramı rahatça içiyorum. Şehir hatlarının emektarı yanaşırken düdük çalıyor. Tam o sırada bir tıslama kulaklarıma ulaşıyor; ardımızdaki tren geldi. Yeni yolculardan önce davranıp içeriye giriyorum.

Banliyö treni bu kalabalık şehirde güne başlamanın az stresli üstelik hızlı ve ucuz yolu. Kaldırılırsa İstanbul’un bir önemli değeri daha eksilecek; yazık!

1 yorum:

algı dedi ki...

Beni etkileyen; içerikten çok üslup oldu. Okurken, "balkonda sohbet ediyoruz" hissine kapılıyor insan.