ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

19 Aralık 2010 Pazar

SINIRIN BİR ADIM ÖTESİNDE

Kendimi buraya kilitledim. Hadi bakalım, sıkıysa çıkartsınlar!

Şu dört duvardan ibaret mekan, benim odam. Kapı kapalı. Anahtarı camdan attım. Hemen sağda çalışma masam duruyor. Üzerinde yaklaşık dört yıldır ellemediğim postalar, ne zaman aldığımı unuttuğum notlar, yığınla gazete, dergi... Arkamda, pencerenin kıyısında, masa başında otururken göremediğim yatağım; dağınık. Artık hiç toplamayacağım, karar verdim. Öyle buruşuk çarşafların içinde, yüzümün şeklini unutmamış yastık kılıfımın kıvrımları arasında kirli, terli yatıp kalkacağım. Ne kadar giderse. Yerdeki el dokuması Bünyan halıya tükürüyorum, işiyorum, kakamı yapıyorum. Koku beni rahatsız etmiyor. Halı bunu hak etmemiş olabilir, ne yapalım, ben de bu yaşantıyı hak etmediğimi düşünüyorum. O topu topu bir nesne. Bense canlıyım. Herkes kadar toplum içinde var olmayı hak eden bir insanım veya 'insandım' mı demeliyim? Kiralık katiller, dilenciler, üçkağıtçı bürokratlar kendilerine yer buluyor; ben iyi yetişmiş, doktoralı neyin nesi... Kabul edilmiyorum. İteleniyorum. Projelerim görmezden geliniyor, tekliflerim alayla karşılanıyor, başlar çevriliyor, tartışmadan kaçınılıyor, konuşmam istenmiyor. Yok sayılmaya karşı çıktım sonunda. Sadece çalışma hayatımdan örnek veriyorsam da tümü bundan ibaret değil, uzaktan bakanlar tahmin edebilir. Biliyorum, nasılsa bir gün bu kapıyı kıracaklar, içeriye girip beni yaka paça akıl hastanesine götürecekler. Ama ben hasta değilim. Sadece isyan ettim.

Neden mi isyan ettim? Niye merak ediyorsunuz? Şu insanlardaki 'tecessüs' yok mu! Arkadaşlarım olan sizler, içimi yakanları anlatmak isterken nerelerdeydiniz? Programlarınız vardı değil mi? Gündüzleri çalışıyordunuz, akşamları üstünüzü değiştirip sözde dostlarınızla buluşuyor, geceleri ise sinemaya, lokantaya falan gidiyordunuz. Dert dinleyecek, daha doğrusu dertlerin imalarını hissedecek vaktiniz yoktu. Sevimsiz atışmaları yorumlamak, beni biraz teskin etmek için hiç zamanınız olmuyordu. Adıma karar veremezdiniz tabii. Ne anlamlı bir kolaya kaçış! Peki, sizleri renkli hayatımla, yurtdışı gezilerimle, egzotik sevgilimin hoş görüntüleriyle eğlendirirken nasıl vakit buluyordunuz? "Neler oldu, yolculuk, buluşma nasıl geçti?" diye niye soruyordunuz? Telefonların ardı arkası kesilmiyordu. Egzotik sevgilim gerçekten var mıydı bakalım? Belki de uyduruyordum. Zaten şimdi hepinizden tiksiniyorum.

Evet, biraz sizlerden bahsedeceğim. Kusmalıyım ki beni alıp götürmeye geldiklerinde bomboş olabileyim. Karton bir kutu gibi, sönmüş bir balon gibi. Sizler, eski tanıdıklarım, yakın bildiklerim, yanımda kalacaklarını sandıklarım! İnsanoğlu çiğ süt emmiş derler. İşte o çiğ sütü memeye asılarak çekip anasını sömürenler! Nefretimin vücut bulmuş kimlikleri! Tüm varlığımla benden beter olmanızı diliyorum. Bana sırtınızı döndüğünüzü görmektense yok olmayı, trafik kazası geçirip saatlerce acılar içinde kıvranmayı, bilincimi yitirmeyi yeğlerdim. Bu itiraf kadar canım yanmazdı, eminim. Nasılsa duymuyorsunuz. Olsun, zihnimden düşmüyorsunuz ki bir türlü! Yapışkan sülükler gibi. Kaç kişisiniz siz? Üç, dört, on sekiz... Tüm dünyaya sahip olduğumu sanmıştım. Ömrümce aradıktan sonra bulduğum, diğer yarım gibi duyumsadığım o kadının beni terk etmesi bile ruhumu sizden yediğim kazık kadar etkilememişti. Terk mi etti? Ne zaman? Var mıydı o? Yüzünü hiç anımsamıyorum. Peki, siz ne yaptınız? Aslında sadece başınızı çevirdiniz. İçinizden 'ne var bunda, meşguldüm, seni etkilemek istemedim, benim de aklımı kurcalayan şeyler vardı' falan diyebilirsiniz elbette. Kendinizce haklısınız. Tutunan, toplumsal kabul gören, cam fanusların içinde yaşayan akvaryum balıkları olarak bokunuz dibe çökerken öte yakaya yüzmek, atılan yemleri tırtıklamak hakkınız! Yaşam biçiminiz bu. Oysa ben sadece yaşıyordum. Sıcak, ılık bir dokunuşa ihtiyacım vardı, hepsi o kadardı. Sesim titrerken susacaktınız, alacakaranlık olduğunda ışığı açacaktınız, "sağlığımıza!" diyerek bir kadeh şarabı paylaşacaktınız. Başka ne bekleyecektim ki zaten? Hepinizi lanetliyorum. Bardağı taşıran damla sizlerin davranışlarıydı; açıklıyorum ve suçluyorum! Adlarınızı çoktan unuttum.

Üç gündür kapalı kaldığım odamda fark ettiklerim: Öfke, sevgiden güçlü! Kötülük, iyiliğin önünde! Çirkinlikler güzelliklerin hepsini örtebiliyor! Şeytan var, Tanrı yok!

Oda kapısı yumruklanmaya başlamadan önce biraz felsefe yapalım. Kral Oidipus'u bilir misiniz? Hepiniz kültürlü, okumuş insanlarsınız, başlarınızı aşağı yukarı sallayıp: "Elbette, bu da sorulur mu?" dediğinizi duyar gibi oluyorum. Peki, bu yaşlı kralın yanılgısı neredeydi? Neden öyle acınacak duruma düştü? Sevgiden mi? Hayır! Güvenden. O aptalca güven duygusundan. En yakınları, kızları, canları... Sonunda kapının önünde kalıverdi. Yüzyıllar sonra her şey aynısıyla tekrarlanıyor. Üstelik ortada kan bağı da yok; nasıl hak iddia edebilir bu genç mi yaşlı mı belli olmayan, doktoralı neyin nesi; öyle değil mi?

Saçmalıyorum. İçim öylesine nefret dolu ki taştım. Sıradan tanıdıklarımı sildim zaten ama dost olduğunu sandığım, yılların anılarını paylaştığım, birlikte büyüdüğüm o insafsızları görsem... Tanır mıyım acaba? Silinmeye başlamışlardı epeydir, fark ediyordum. Önce saçları, kulakları, dudakları soldu. İkişer kocaman göz olarak kaldıktan sonra kayboldular. Bana bakışlarını bıraktılar. Zihnime çakıldılar, beynimden söküp atamıyorum. Nereye başımı çevirsem, kahkaha atan göz bebeklerine rastlıyorum. Ağızsız gülüşler. Korkunç! Buraya kapanırken neden yanıma bir çakı olsun almadım acaba? Hiç değilse intihar ederdim. Pencereden atlamaya cesaretim yok. Oysa keskin bir bıçak az acıyla çok şeyi kökünden hallederdi. Aradım, makas bile bulamadım. Öyle çaresizim ki!

Gelsinler artık! Acıktım, çok da susadım. Dünden beri kağıttan yaptığım külaha idrarımı doldurup içiyorum. Sıcak ve tatsız. Burnumu tıkadığım için kokusunu duymuyorum. Kendi kendimden midem bulanıyor. Babamın kapının önündeki yakarışlarını duyuyorum, kalbim sızlıyor. Kim çocuğunu böyle zavallı halde görmek ister? Kendime acımıyorum aslında. Çok ama çok kızıyorum! Keşke bir not defteri olsaydım da benliğimi yırtıp küçücük parçalara ayırabilseydim! Affedemiyorum, itiş kakışı unutamıyorum, kendi kendime becerip ölemiyorum.

Her şey saçma, biliyorum. Sadece bu dünyaya uyamamış bir canlıyım. Yok olmak istiyorum. O zaman kimse yok sayamayacak! Kaybolup gideceğim ve tüm bu acı bitecek.

Şüphelendim şimdi: Hasta mıyım acaba?

Diyelim ki öyleyim. Nasıl tedavi edecekler? Söylenebilecekleri duyar gibiyim: "Önce kendine hoşgörü göster, sonra bütün insanlara. Unut! Yeniden başla."

Balık hafızasıyla nefes alıp vermek istemiyorum. Gitgide genişleyerek değil en yükseğe çıkıp korkutucu derinliklere dalarak, zorlanarak ama beni düşünenlerin varlığını da duyumsayarak yaşamak istiyorum. Babam hariç. O beni çocuğu olarak görüyor, kendisinin devamı, ölümünden sonra sürecek hayatı. Bense elde edemediğim, zırhlarını delip ulaşamadığım diğerlerini istiyorum. O çeliklere çarpıp sendeledim, düştüm, yaralandım, çamur içinde kaldım. Yanılmaktan ölesiye korkuyorum. Korktuğum için saklandım zaten. Anlamadınız mı? Kimse yoksa ben de yokum. İsteklerimin, ortaya çıkarttıklarımın anlamı yok. Şöyle bir dokunup geçmek tüm vücudumu yakıp kavuruyor. Erişemiyorum! Kahkahadan kırılan yüzsüz göz bebeklerinden kurtulup başka dünyalara değmeyi özlüyorum. Ardına kadar açtığım gözeneklerimden içerilere ilkbaharın ılık meltemi gibi sızacakları bekliyorum. 'Bekliyordum' demeliyim herhalde. Artık karşılaşabileceklerim olsa olsa iri yarı hastabakıcılarla sınırlı kalabilir. Sonra da ellerinde iğneler, avuç dolusu haplarla doktorlar ve hemşireler.

Salakça gülümseyen, boş boş bakan bir ifadem olacak. Çok az kaldı; geliyorlar!         

1 yorum:

jade dedi ki...

mükemmel, çok etkileyici, çarpıcı. kelimelerin gücü asla küçümsenmemeli !