ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

22 Ekim 2010 Cuma

YARIMADA SANILAN ADA: AMASRA (ÖZLENEN)

İlk gidişimden bu yana çeyrek yüzyıldan fazla zaman geçti. Küçücük bir beldeydi, çoktan ilçe oldu. Mesleğe orada başladım, iki yıl yaşadım ve döndüm. Hep tekrar görmek istedim. 1997'de Tosya'da çalışırken bir kez, günübirlik olarak ziyaret edebildim. Büyümüştü, turist ağırlıyordu fakat sürprizlerle dolu, çekici kimliğini kaybetmemişti. Her yanı ayrı güzeldi; eskisi gibi.

Tanışmamız bir torbanın içinde olmuştu. Kur'a çekmeye gittiğimde öyle heyecanlıydım ki torbadan çektiğim kağıtta yazan adını okuyan görevlinin ne dediğini anlayamadım. Alkışları duydum yalnız. 'İyi bir yer herhalde' diye düşündüm. Dışarı çıkarken arkadaşlarıma sordum: "Amasra" dediler. 'Orası neresi acaba? Köy mü, belde mi, ilçe mi? Herkes nereden biliyor da alkışlıyor?'

Kur'a sonrası yemeğe gittiğimizde Fransız Riviera'sı gibi bir yerde yaşayacağımı söyleyen sınıf arkadaşımın kıskanan yüz ifadesini çok canlı olarak anımsıyorum. Bu söz bana bir şey ifade etmediği gibi duygularımda da bir kıpırtı yaratmamıştı. Hiç yurtdışına çıkmamış olan yirmi üç yaşındaki şaşkın ben, Fransız Riviera'sını elbette duymuştu; okumuş ve resimlerini görmüştü ama ne demekti bu? İnsanların çok serbest davrandığı turistik bir yer mi? Büyük kent olanaklarını aratmayacak zengin bir belde mi? Kur'a gerginliğinin bitmesinin verdiği rahatlık dışında bir şey duyumsamamıştım doğrusu.

Zorunlulukla birlikte gençliğin o katıksız merakını ve serüven duygusunu da içimde taşıyarak yola çıktım. Bartın'dan sonra o çok dönemeçli, iki yanı çam ağaçlarıyla kaplı asfalt kıvrıla kıvrıla aşağıya doğru inerken herkes başını sola çevirdi; ben de baktım. Görünen Karadeniz'di. Lacivert, çalkantılı, pırıltılı... Hemen denizin kenarında kırmızı damlı evleri düzenli ve bakımlı küçük bir köy vardı. 'Bu ne güzellik böyle?' diyen tatlı bir mırıltı hissettim. Meğerse bu başlangıçmış. Birkaç kez daha döndükten sonra otobüs Bakacak'a geldi ve nefesim kesildi. Sağda, aşağıda, inanılmaz bir uyumla koyu mavi suların üzerinde adeta yüzen kuyruklu, minik bir ada vardı. Çam ormanlarının ortasında, mavi ile yeşilin arasında, ufka doğru uzanan duru bir güzellik! Alçakgönüllü, suyun içinde sanki uykudan uyanan bir bebek gibi gerinen, bulunduğu yerden ışık saçan bir ada. Ona elbette ki ada demek gerekiyordu. Sevgili Amasra! Kuyruğundan anakaraya bağlı olmasının ne önemi vardı ki? Her şeyiyle denize aitti. Renklerinin ve çizgilerinin uyumu mutluluğun resmi gibiydi.

Kuyruğundan geçip içine girdikten sonra etkilenmemek mümkün müydü? Kişilikli bir yerleşim yeri! Ne demek bu? Gördüğün, dokunduğun andan itibaren sana kendini katan, senden de bir şeyler isteyerek zenginleşen güzel varlık. Orada yaşarken hiç umutsuzluk duymadım. Mutsuz olduğum günler pek çok oldu ama başımı çevirdiğimde ya büyük liman ya da doğa harikası küçük liman bana gülümsüyordu. Ormanlarla çevrili, güneşin her dakika farklı renkler ve gölgeler yarattığı, uyum dolu, denizin sesiyle yosun kokusundan ayrı düşünülemeyecek bir güzellik umutsuzluk verebilir mi?

Betimlemek ne kadar mümkün olabilir bilemiyorum ama çalışayım: Tombul gövdesinin iki yanında iki harika koy; sağdaki daha büyücek. Büyüğünün uzantısı olan mendireğe yaslanmış sıra sıra yük gemileriyle içinde ufalanmış böcekkabukları dolu gümüş rengi, irice kumlu, uzun kumsal. Mendireğin girişinde olmazsa olmaz ördek ailesi. Büyük limanın özelliği, kararsızlık yaratan iki ucunun olması. Bir tarafta Şah mahallesiyle ardındaki çam ormanlarını seyrederek yürünebilecek plaj yolu, diğer tarafta ise surların yer yer yıkılmış, gizemli görüntüsü ile kale içi. Dar yollarında sıralanmış iki üç katlı taş evlerin arasına sıkışmış sevimli caminin tam karşısında Çeşm'i Cihan meyhanesi. Önce içip sonra dolaşılabilir (ya da tersi). İçerken başını çevirip denize ve ormana da bakılabilir, kalenin görüntüsüne de dalınıp gidilebilir. Ezan okunurken kadeh de kaldırılabilir, bardaktaki son yudumu dikip imamın çağrısına uyarak iki rekat namaz da kılınabilir. Kumsalda üç aşağı beş yukarı volta attıktan sonra boş kayıkların içinde mavi ispirtoyla kendilerini zehirleyen alkoliklere birer selam çakılıp Çekiciler Çarşısı'na doğru yollanılabilir. Akşam saatlerinde dükkanlar kapanmış, eski kömür işçisi, astımlı ustalar evlerine ya da kahvelerine gitmiş olabilirler. Önemli değil, camekanlarda kepenkler yoktur; tahta işlerine bakılabilir. O güzelim ağaç oymalarla gözler bayram edebilir. Çekiciler Çarşı'sından yukarı doğru yürünürse meydana ve oradan da doğa harikası küçük limana çıkılabilir. Bir köşeciğinde mini minnacık balıkçı barınağını barındıracak kadar bonkör ve küçüklüğüne inat, insana dünyanın en geniş ufkunu gösteren, günün hatta gecenin her anında rengini değiştiren mavisiyle eşi olmayan koy: Küçük liman. Hemen köşesinde bir meyhane daha: Canlı Balık. Sanki denizin içinde gibi. İster orada otur ister meydanın göbeğindeki Kafe Kumsal'da. Hem böylece solda, limanın ağzında, müzenin kapısının yakınında beline kadar suya girmiş, kömür tozu toplayanları tanımış olursun. Devam edeyim dersen, sağa doğru kıvrılıp Karanlıkyer dehlizinden geçince yine iki seçenek çıkar karşına. Bu küçük kasaba ne kadar çok soru soruyor, ne çok yol ayrımı veriyor! Yavaş yavaş Boztepe'ye mi çıkmalı yoksa küçük limanı annesinin kucağındaki tatlı bir bebek gibi karşıdan gösteren Sormagir mahallesine mi dönmeli? Boztepe'nin sağında yüzerek ulaşılabilecek kadar yakın görünen Tavşan adasına da gitmek isteyebilirsin. Ağlarını hazırladıkları sabah ve akşam saatlerinde balıkçılar denize açılırlarken isteyeni alıp beş dakikada adaya bırakabilirler. Kararsız kalırsan bir duvara tüneyebilir ve bu güzelliğin nasıl ortaya çıktığını, kimlere mekan olduğunu, ne umutlar, ne üzüntüler ama ille de Karadeniz gibi derin, çalkantılı, fırtınalı duygular yaşattığını, insanlarına ne benzersiz bir toplumsal bellek bahşettiğini düşünebilirsin.

Daha fazla edebiyat yapmadan gerçeklere gelelim: Ben tanıdığımda Amasra üç ana unsurdan oluşuyordu. Deniz, kömür ve temizlik. Hayatımda o zamana kadar gördüğüm ve daha sonra (şimdiye değin) içinde bulunduğum en temiz yerdi.

Esas şaşkınlığı yaratan, insanlarıydı. Büyük limanın karşısında, evimin yanındaki birahane sahibinin beslediği kazlar örneğinde olduğu gibi. O öfkeli yaratıklar bir kurt köpeğini nasıl hiddetle kovalamışlardı! Gülerken korkmuştum da. Beni de kovalayabilirlerdi. Birahane sahibi ne düşündüğümü bakışlarımdan anladı ve ne zaman dükkanın önünden geçsem kazlarını başka yönlere dağıttı. Aynı birahaneye geceleri evimin önünden geçerek giden akşamcıları da iyi anımsıyorum. İçtikten sonra asla aynı yoldan geriye dönmediler. Yani evimin önünden yalnız içmeye giden adamlar geçti, hiç sarhoş geçmedi diyebilirim. Ya yazın Kur'an kursuna giden ilkokul öğrencilerine ne demeli? Temmuz sıcağında, öğle tatilinde ben ve pek çok çalışan Amasra'lı denize giderken, kızlı erkekli çocuklar birlikte kurstan çıkmış olurlar ve çığlık çığlığa koşarak, yollarda üstlerindeki giysileri aceleyle çıkartmaya çalışarak, birbirleriyle itişip kakışarak bir an önce denize ulaşmaya çalışırlardı. Kışın kar yağdığında başı bağlı, orta yaşlı kadınların kızakların üzerinde Boztepe'den aşağıya büyük bir cesaret ve neşeyle kaydıklarına, bu nedenle yaralandıklarına tanık oldum. Deli baldan defalarca zehirlenenlerin yine deli bal yemeğe devam ettiklerini gördüm. Sonbaharda balıkçıların saatlerce lüferlerin yağlı bedenleri hakkında konuştuklarını duydum. Bunun ötesinde müdürü olmayan müzenin bekçisi bir arkeolog kadar bilgiliydi. Mühendislerle işçiler arkadaştı. Çeyizinde elişi sofra örtüsü olmayan hiçbir kız evlenemezdi. Evlerdeki tüm eşyalar beyazdı. İlkbaharda sokaklar sabunla yıkanırdı. Temizlik, temizlik ve hep temizlik! Kömür nedeniyle mi böyleydi insanlar yoksa? Siyahın yanında beyaz, karanlığın yanında aydınlık, ölüm korkusuyla her an duyumsanan yaşama isteği öyle yerleşik ve baskındı ki hep şaşkınlık duydum. Yorgunluklar ve küçük kırgınlıklarsa silinip gitti.

Akşamları işten çıktığımda Fatma'nın tuhafiye dükkanına uğrayıp çay içerken gelecekteki beklentilerimizden bahsetmeyi gerçekten sevmiştim. Küçük limanın yanındaki tek kafede, her gün farklı batan güneşi izleyerek Bartın yerel gazetesinin muhabiri olan Behçet hastası, benim yaşımdaki Selma'yla söyleşmeyi de çok sevmiştim. Sormagir mahallesindeki işçi ailesi dostlarımın veya EKİ lojmanlarındaki mühendis arkadaşlarımın evlerinde hep aynı huzurlu ve renkli sohbetleri yaptım. Hayattaki her şeyden ve orada yaşamın ayrılmaz bir parçası olan denizden konuşurduk. Birbirimizi dinlerdik. Kimse kimsenin sözünü kesmez ve herkes karşısındakini olduğu gibi kabul ederdi. Varlığımın onaylanmasının ve oralı sayılmanın mutluluğunu iliklerimde hissederdim.

O zamanlar topu topu üç bin kişinin yaşadığı beldeye üç bin ağaç diken bir belediye başkanımız vardı. Çılgın bir adamdı. Çalıştığım dispanserin üst katında eşi ve iki çocuğuyla otururdu. Küçük limanda, biri mühendis diğeri avukat olan evli arkadaşlarıma ait Canlı Balık meyhanesine gideceğim zaman nerede olduğumu ona haber verirdim. Gözlerinin içi gülerek bakardı bana. Tıpkı komşum Melahat gibi. Benden en fazla üç yaş büyük, iki çocuk annesi, tanıdığım en hünerli ev hanımı olan sevgili arkadaşım Melahat! Evde olduğumda canımın sıkıldığı saatleri sanki hisseder ve beni alıp kendi evine götürürdü. Alçakgönüllü, yaptığı her işi iyi yapan, güleryüzlü Melahat. Üçüncü çocuğunu kocasıyla olan akrabalığı nedeniyle, sakatlık korkusuyla doğurmaktan kaçınan ve bu nedenle aile huzuru bozulan Melahat! Bazı kış geceleri sobamda odunlar çıtırdayarak yanar, mendireğe vuran Karadeniz'in sesi odamı doldururken böyle bir dostun üst katımda oturduğunu bilmek beni öyle rahatlatırdı ki onun hüznünü değil, sadece güçlü varlığını duyumsar ve mutlu olurdum.

Çekiciler Çarşı'sında dolaşmak, bazen birkaç tahta oyma işi seçmek çok zevkliydi. Pazartesileri kurulan pazardan bakraçla yoğurt almak, akşamları tulumbacıya uğrayıp başka hiçbir yerde bulunmayan küçük ve iyi kızarmış tulumbaları ağzım sulanarak tarttırmak da. Ya gelen hediyeler? Gün ağarırken denizden dönen balıkçıların o saatte tepsiyle getirdiği kıpır kıpır balıklar (zili ben kapıyı açıncaya kadar parmaklarını çekmeden çalarlardı); sabun, süt ve yosun kokan küçük kızların kendi bahçelerinde yetiştirdikleri sepet sepet Ereğli çilekleri... Amasra'lılar şen, dürüst, çok temiz, bonkör ve yaşamı seven insanlardı. Ufukları genişti; tıpkı yaşadıkları yer gibi.

İzin dönüşlerinde, özellikle kışın Bakacak'tan Amasra'yı seçemediğim zamanlar olurdu. Tepede ısı değil sadece ışık veren güneş, aşağıda ise pamuk benzeri bir bulut görünürdü. Kasaba belleğime öylesine kazınmıştı ki siste kaybolmuş her ayrıntısını, ilk karşılaşılacak bina olan müzenin güzel, kurşuni, bir buçuk katlı taş yapısını, balıkçı motorlarının fenerleriyle ışıldamaya çalışan karanlık, aksi denizi, tek büyücek meydanı, dar sokakları, düşmemeye çalışarak yürüyen bildik sarhoşları ve o tuzlu, nemli kokuyu hiç zorluk çekmeden hayal edebilirdim.

Ah, güzeller güzeli beldem! Üç bin yaşındaki çocuk! Fenikelilerin keşfi, kraliçe Amastris'in mekanı, Fatih Sultan Mehmet'in Çeşm'i Cihan'ı! Sana yakışan uzun boylu, alımlı, çekici ve denizle bütünleşmiş insanlarınla birlikte bende ne unutulmaz izler bıraktın, bir bilsen! Otobüsle herhangi bir zamanda sana doğru gelirken, sis bulutunun ardına saklandığında bile varlığını hisseder, içim titrerdi. Otobüs bulutu yarıp yolcularının başlarını döndürerek alçaldığında zorla görünür olan müzeyi, lambaların aydınlatamadığı sokakları, eski yazlık sinemaya sırtını verip büyük limanı seyreden evimi anımsıyorum ve özlüyorum. Kale içinin dar yollarını, tavşan adasının tavşansız çalılarını, Karanlıkyer dehlizinden geçmeyi, büyük limandan mendireğe yüzmeyi özlüyorum. Sen bana yaşama sevincini öğrettin. Peki, ben ne yaptım? Benden küçük de olsa bir iz kaldı mı sende acaba? O muhteşem toplumsal bellek, geçici varlığımı kaydetti mi? Hem merak ediyorum hem de umut ediyorum.

En kısa zamanda tekrar geleceğim. Bir gün değil, birkaç gün kalacağım. Belki de hakkında daha uzun yazılar yazıp borcumu ödemeye çalışacağım.

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Amasra
Görmedim seni
Görür gibi yaptım
Saç örgülerim yok
Suyuna sallandırayım
İnsanlar çalışır insanlar konuşur insanlar susar
İnsanlar Adalı olur Amasra'da
Kaynayan kanımla birlikte duygularım
Ormanım denizim yamaçlarım
Öykülerde tüketemediğim aşklarım
Yalnızlığın çekici güzelliğinde
Gözlerimi kapadım
Varlıkla yokluk arasında bir yerde
Amasra'dayım...

Sevgiler

Neşe

Adsız dedi ki...

nedret hanım yazınızı okurken gercekten gecmısi yasadım her sey gozumun onunde bırden canlandı..ben amasralıyım adım ibrahim.nette bir yazi ararken rasgele gordum yazınızı..cok guzel..her ne kadar sız yazmaya calısan desenızde bana gore sız yazma ısını bıtırmıssınız...neredeyse anılarınızı baskıya verecek durumdasınız.iyigunler kolay gelsın http://www.sormagircafe.tr.gg ...