ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

18 Ekim 2010 Pazartesi

DÜŞ MÜ GERÇEK Mİ?

Yılanı takip ettim. Kumda kusursuz S'ler çizerek bir metrelik kayanın altındaki oyuğa girdi; uzunca kaldı. Amacını tahmin ediyordum, sabırla bekledim. Alnımdan, sırtımdan şıpır şıpır akan teri silmedim bile. Kıpırdamadan durmam, onu ürkütmemem gerektiğini biliyordum; dayandım. Akşamüstünün geldiğini kayanın ve yanındaki tek kaktüsün uzamaya başlayan gölgelerinden anladım. Sonunda çıktı: Çıplaktı. Bana bakmadı. Uzaklaşırken düşünceli ve çok savunmasız görünüyordu. Üç adımda kovuğa ulaşıp bakındım. İşte oradaydı! Hep istediğimi yeni algıladığım, bu nedenle bugüne kadar ulaşamadığım o şey: Yılanın çıkartıp attığı kılıfı! Alıp üzerime geçirdim. Tam bana göreydi. Eski benliğimi içerisine sakladım, yeni kimliğime büründüm. Artık beyaz bir sayfa açabilirim. Yol ayrımlarında en dar sokaklara sapabilirim. Yemediklerimi yiyip içmediklerimi içebilirim. Gerçeklerden düşlere geçebilirim. Yeni bir öykü yazabilirim.

Çöle nasıl mı ulaştım? Zaten benimleymiş de görmezden gelmişim. Sabahları uyandığımda anımsamadığım rüyalarımın merkezindeymiş. Sarı, toz gibi ince, ışıltılı, rüzgarla savrulup dağılıveren kumu nasıl da iyi tanıyorum! Sanki avuçlarımdan dökülüyor. O durmadan şekil değiştiren tepeleri sanki ben yapıyorum. Gündüzünün kavurucu sıcağı, gecesinin titreten soğuğu hiç yabancı değil. Sevgime ve öfkeme benziyor. Sevincime ve üzüntüme, arzuma ve nefretime... Tek bilmediği kıskançlık. Ben de hiç öğrenememiştim zaten. Mutsuzluk yaratan varlığına alışamamıştım. Onun bulunmadığı bir yere varabilmek muhteşem!

Yeni, pırıl pırıl derimle eve döndüm. Kimse değişikliği fark etmedi. Önce odaları dolaştım bir bir. Kapıların arkasını araştırıp dolapların içlerini karıştırdım. Aradığımın ne olduğunu bilmiyordum ama bulacağımdan emindim. İkinci gün buldum: Kemanım! Otuz yıldır elime almadığım o çocukluk tutkum!

Kutusu yıpranmıştı, korkarak açtım. Sağlamdı. Cilası bozulmamış, telleri kopmamış, sadece tozlanmıştı. Güzelce temizledim. Silerken okşadım. Çok özlemişim! Kalbim güm güm atarken akort etmeye çalıştım, beceremedim. Kulağım paslanmış biraz. Hemen bir ustaya götürdüm. Düzeltti, gösterdi, sabırlı olmamı öğütledi.

Artık her gün çalıyordum. Notaları tek tek, pürüzsüz seslendirmek zaman aldı. Çenem, boynum ağrıdı, sol elimin parmaklarında nasırlar belirdi, sağ el bileğim uyuştu. Olsun, ilerliyordum. Kendimden de uğraşımdan da memnundum. Giderek kemanımla geçirdiğim süreyi arttırdım. Gündüzleri dışarıya daha az çıkmaya, geceleriyse sabaha karşı uyumaya başladım. Arkadaşlarım merakla ne yaptığımı sorduklarında söylüyordum, inanmıyorlardı. Beni eski ben sanıyorlardı. Oysa yılanın derisi üzerimdeydi, cildimle bütünleşmiş, kaynaşmıştı; görmüyorlardı. Değişmiştim, anlamıyorlardı.

Sonunda Mozart'ın müziğini deneyecek düzeye gelebildim. Ama daha fazla yoğunlaşmaya ihtiyacım vardı. Eve giren çıkan oluyor, konuşup işimi bölüyorlardı. İş yerindeyse... Olanaksızdı. Düşündüm, karar verdim, evi de işi de bıraktım.

Şimdi çölde yaşıyorum. O rahatlatıcı, ufku açık yerde. Borges'in labirentinde. Hiç korkutucu değil. Tersine huzur verici. Çok çekici çünkü değişken. Tehlikelerle dolu olduğu için uyarıcı da. Yalnız değilim, burada başka canlılar var. Sabırlı ve beni olduğum gibi kabul eden yeni arkadaşlar edindim. Bir kısmı eskiden de benimleymiş de sırtımı dönmüşüm; ne yazık! Müziğimi dinliyorlar, ben çalışırken hiç hareket etmeden, sessizce bekliyorlar. Ben de onlara saygı gösteriyorum. Birlikte yemek yiyoruz, bana çöl hikayeleri anlatıyorlar. Yaşamı da ölümü de aynı zaman diliminde barındıran hikayeler bunlar. Elbette öyle olacak, burası çöl! Özgürlüğün doruk noktasında başın dönmüş dolaşırken aniden ölebilirsin.

Kendime ışıltılı kum tanelerinden bir koza yaptım; yeni evim. Üzerini tümüyle örtmedim, arada girip çıkıyorum. Arkadaşlarım da geliyorlar. Duvarlarını güneşin altın pırıltısıyla ayın gümüşsü aydınlığını emmiş toz parçacıklarıyla kapladım; çok güzel oldu. Tam keman çalınacak yer! Burada yaşıyorum ve çalışıyorum.

Mozart'ın keman için yazdığı parçaları çalıyorum. Giderek daha iyi oluyor. İleride bu kusursuz müziğe özgün yorumumu katabileceğim, inanıyorum. Kendi kendimle yarışıyorum. Artık kısır çekişmeler, çekememezlikler yok hayatımda. Çölün yalınlığına sığındım, usta bir yorumcu olabilmek için kan ter içinde uğraşıp duruyorum. Tek istediğim, Mozart'ı seslendirirken kendi sözümü de söyleyebilmek. Bir gün çalarken kozamın derinliklerinden renkli kelebekler çıkıp dinleyenlerin etrafını saracak. Müziği duyan, kelebekleri de görecek, çevrelerinde uçuşmalarından zevk alacak. O günden sonra daha çok insan beni dinlemeye gelecek. Ben kelebek olmayacağım. İçimden, eski benliğimden kelebekler yaratacağım. Dehaların müziğine katıp onları dünyaya salacağım. Böylece hafifleyip, arınıp mutluluğu yakalayacağım. Daha çok yolum var, biliyorum. Hiç önemli değil. Çöl beni besliyor, ucunda amacı olan yolda yolculuk etmek hoşuma gidiyor. Hayatın anlamı bence bu.

İşte yeni gerçeğim (eskisi neydi, unuttum). Düşse bile kararım kesin; uyanmayacağım!

1 yorum:

jade dedi ki...

çok güzel yazmışsın, ellerine sağlık. içinde sana ait bir çok şey var. ben, bana ait olabilecek şeyler de buldum. biraz gayret, biraz hüzün, belki biraz acı, ve yaşamak. çölde veya değil. herşeye rağmen,...