ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

14 Haziran 2010 Pazartesi

BOLİVYA'DA İLK GÜN (Ekim 2009 - DEVAM)

Bolivya fakir, belli oluyor. Copa Cabana'ya dar bir sokaktan girerken üstü başı dökülen çocuklarla boyanmamış dört beş katlı apartmanları görünce anlıyorum. Rehberimiz, binaları özellikle boyamadan, sıvalarıyla bıraktıklarını, böylece vergi ödemediklerini anlatıyor. Paraları yeterli olsa neden üç kuruş vergi için böylesine çirkin görünümlü, bakımsız yerlerde otursunlar ki? Zorunluluklar insanları estetikten uzak, çabuk yıpranmaya mahkum evlerde yaşamaya zorluyor anlaşılan.

Yol tatlı bir eğimle göle doğru iniyor. Titicaca'ya bakan hoş bir binanın önünde duruyoruz; boyalı. Otelimiz! Peru'dakiler gibi değil elbette ama idare eder, temiz. Odalar küçük, gösterişsiz. Penceremizi açtığımızda gölle karşı karşıyayız. Ufak bir balıkçı barınağının önündeyiz. Kayıklar suyun üzerinde hafifçe salınıyorlar. Çok güzel!

Öyle uzun uzun manzara seyretmeye, düşüncelere dalmaya falan vakit yok. Bavulları bırakıp yarım saat içinde yemeğe iniyoruz. Ne yediğimi unuttum doğrusu. Herhalde ya tavuk ya da balık yemişimdir. Belki de sadece tadına bakmışımdır, emin değilim.

Kıyıya vardık. Gezi teknesi diye bindiğimiz arkadan dümenli motor, Peru'dakine hiç benzemiyor. Her an dağılıverecekmiş gibi bir izlenim bıraktı üzerimde. Nitekim bindik ve tekne karaya oturdu. Uzun sopalarla falan ittiler ama işe yaramadı. Aralıklı tahtaları yer yer çürümüş iskeleye inmemizi istediler; atladık. On beş kişinin ağırlığı eksilince motorumuz yüzdü ve hafifçe ilerledi. 'Hadi, binin!' dediler, bir kez daha atladık. Neyse kimse suya düşmedi. Çevikmişiz.

Yola çıktık. Kaptanımız arkada, dümeni ayağıyla idare eden genç bir adam. Yaşı on yedi ile otuz yedi arasında olabilir. Yüzü esmer, sert ve duygusuz. Geceleri bu tekne ile belki silah belki de işlenmiş koka yaprağı kaçakçılığı yaptığını düşünüyorum. Titicaca'nın avlanmalarına izin verilmeyen bazı balıklarını avlamak gibi daha masum bir kanunsuz iş de yapıyor olabilir. Bu tekne belli ki idareten gezi teknesi olmuş.

Bir buçuk saat yol alıyoruz. Titicaca'nın engin, derin ve soğuk sularındayız. Soğuk olduğunu çok iyi biliyorum çünkü Peru'da elimi soktum. Parmaklarımdan tüm vücuduma yayılan ürpertiyle elektrik çarpmış gibi titredim. Bir de yine Peru'da, gruptaki tek erkek arkadaşımız suya girdi. İki kulaçtan sonra morarmış halde kendisini karaya zor attı. Yani bir kazaya uğrarsak Titicaca bizi boğmadan önce dondurarak kısmen rahat bir ölümle içine alacak.

Güneş adasına vardık. Saat dört buçuk. Kıyıya çıkıyoruz. Bir köy meydanına benziyor. İri kumlar ve taşlarla bezeli küçük alanda tek tük satıcılar, ellerinden tuttukları çocuklarıyla yürüyen kadınlar, bir iki lama... Burası yerleşim yeri, inanılmaz! İnsanlar neyle geçiniyorlar acaba? 'Balıkçılık' diyor rehberimiz. Kaçakçılığın adı anılmıyor ama başka geçim kaynağı yok, belli.

Yine tırmanacağız. Yüz elli basamak. Bazıları gelmiyor. Ben elbette ki çıkacağım. Arada durup soluklanarak adım adım gidiyorum. Kendime şaşıyorum. Ne dayanıklıymışım! Gerçi gerilla eğitimi aldım sayılır ama bu kadar etkili olduğunu bilmiyordum. Peru ve Bolivya gezisini elli yaşından sonra yapmak tehlikeliymiş. Neyse, öncesinde yakaladık.

Çıktık nihayet. Soluğum kesilmek üzere. Başım dönerken şöyle bir bakınıyorum: Topu topu bir tane çeşme var karşımızda. Üç musluğundan biri az, biri orta, biri çok su akıtıyor. Başında sürüyle bidon var. Bir çocuk kendi bidonuna su dolduruyor. Kutsal çeşmeymiş; Kalamiti Jane söyledi. 'Yalan söylemeyeceksin, tembellik yapmayacaksın, temiz olacaksın!' diyerek akıyorlarmış. Ama sırası neydi, az akanla çok akan hangisini söylüyorlardı, unuttum. Ter içinde kaldık. Çeşmelerde yüzümüzü yıkıyoruz, iyi geliyor. Yerel halk, Titicaca'nın suyunun buraya yükseldiğine ve temizlenerek aktığına inanıyormuş. Gruptaki bir mühendis, kaynak olduğunu ve suyun nasıl bu yükseklikte akıyor olabileceğini ayrıntılarıyla açıklıyor; hiçbir şey anlamıyorum.

Manzara güzel. Ada manzarası işte! Daha da çıkacağımızı söylüyor Kalamiti Jane. Bu arada Türk rehberimiz aşağıda kaldı. Kustu. Bu zamana kadar dayanması mucizeydi zaten. Sorumluluk sahibi bir insan olarak yükseklik hastalığına herkesten sonra tutuldu. Bakalım yukarıya gelebilecek mi?

Bazıları çıkmıyor ya da çıkamıyor. Biz, altı yedi kişi patika bir yoldan tırmanıyoruz. Tepeye vardık: Tam bir hüsran. Aşağı yukarı hiçbir şey yok. Birkaç köy evi ve neredeyse yıkıntıları bile kalmamış bir Preinka yerleşim yeri. Bir de puma şeklinde olduğu rivayet edilen fakat pumaya benzetebilmek için hayal gücünü gereğinden fazla zorlamanın gerektiği bir kaya. Sunak da var. Preinkalar insan kurban etmezlermiş. Hayvan sunağı olduğunu söylüyor Kalamiti Jane. Zavallı lamalar! Yaşlıca bir köylü kadın sunağın yakınına oturmuş, bohçasını açmış, el işi örtüler, Alpaga yünü karışık kazaklar, eldivenler satıyor. Çok ucuz. Sonradan o kadından alışveriş yapmadığıma pişman oluyorum. Asıl bir şey alınacaktıysa bu gölün ortasındaki adanın en tepesinde, yerde oturup el dokumalarını satmaya çabalayan inanılmaz ümitli kadından alınmalıydı. Tezgahını açtığı bölge, herhangi bir ticaret için dünyanın en elverişsiz yerlerinin ilk beş sırası içinde sayılabilir bence.

Türk rehberimiz nefes nefese bize yetişiyor. Karnı şişmiş, yüzü beyazlaşmış, ter içinde. Acıyorum. Hangi işi hakkıyla yapmaya çalışırsan zor, bir kez daha anlıyorum. Aniden rüzgar çıkıyor, gökyüzü kararıyor. Adamcağızın yukarıya çıkmasına değmedi. Hep birlikte aşağıya iniyoruz. İniş çok daha kolay.

Biz inene kadar rüzgar iyice şiddetlendi. Daha yoldayken Titicaca'nın koyu mavi - mor dalgalarını görüyoruz. Kıyıda biraz soluklanırken ve rehberlerimiz kaptanımızla durum değerlendirmesi yaparlarken on yaşlarında spastik bir çocuk yanımıza yaklaşıyor. Benim kafadar arkadaşım: 'Bunlar dünyanın neresine gitsen seni buluyorlar' diye dalga geçiyor. Çocuk el örgüsü, ince bileklikler satıyor. Annesi yapmış olabilir. Bir tane alıyorum.

Güneş adası, imparatorların evlendikten sonra geldikleri bir tür balayı merkeziymiş. Ay adasında seçkinler için yetiştirilen genç kızlardan seçtikleriyle Güneş adasında evlenir ve bir süre burada tatil yaparlarmış. Her ne kadar bu kültürde ana tanrıça hakim gibi görünse de erkeklerin rahatı o zamanlarda da yerindeymiş anlaşılan. En azından hükümdarların. Halkta eşitlik olduğu söyleniyor. Şöyle anlatıldı: 'Kadınlarla erkeklerin işleri ayrı olduğu için söz hakları da kendi sorumluluk alanlarıyla sınırlı kalıyordu'. Sanırım en önemlisi cinsellik çok doğal ve sakınmasız yaşanıyormuş. Saldırganlık hiç yokmuş. İd tıka basa doyurulunca ego geride kalmasını biliyor olabilir mi? Psikologlar, sosyologlar, antropologlar değerlendirsin. Sonuçta mutlu toplumlardan söz ediliyor buralarda.

Kaptanımız gölün dalgaları nedeniyle Ay adasına yanaşamayacağımızı söylüyor. Zaten saat de beş buçuk oldu. Birazdan hava kararacak. Oy birliğiyle geriye dönmeye karar veriyoruz.

Tekrar teknemize bindik. Felaket sallanıyor. Hava alacakaranlık olduktan sonra on dakika içinde karanlık bastı. Açıldık. Etrafta tek ışık yok. Kaptana teknenin ışıklarını neden yakmadığını soruyoruz; bozuk olduğunu söylüyor. Ayrıca pusula yok, telsiz yok ve telefonlar da çekmiyor. Dünyanın bize göre diğer ucunda, dağların tepesindeki denizden bozma bir gölde doğanın insafıyla (varsa?) baş başa kaldık. Herkes panikledi. Ben de. Fakat sakin olmaya, kafayı çalıştırmaya gayret ediyorum. Işık bulmalıyız. Bu adam mutlaka gece göle çıkmaya alışkındır ama herhalde on beş yabancıyla değil. Soruyorum feneri olan var mı diye, birinin cebinden küçük bir şey çıkıyor. Kaptana veriyoruz. Minnettar kaldığı belli. O sert yüzü fenerin cılız ışığında gölgeli de olsa aydınlanıyor. Gölde kayalar var. En azından birine toslama olasılığımız azaldı. Yine de bu dalgada rahatlıkla alabora olabiliriz. Kimi ağlıyor, kimi söyleniyor, kimi küfrediyor, kimi gözlerini kapatmış belki de dua ediyor. Tur lideri olan genç kadın yola çıkarken teknenin tepesine tırmanmıştı (orada da oturacak yer var), aşağıya inemiyor. Sallanırken suya düşmeyeceğini sadece umuyoruz. Biz iki arkadaş susup düşünüyoruz. Ben ne anlamsız bir ölüm olacağını düşünüyorum. Ne diyecekler? 'Ne işleri vardı o derme çatma motorda? Hiç mi akılları yoktu?' diye hem söylenip hem üzülecekler. Doğru. Soğuktan nefret ederim. Anneannem de sıcaktan nefret ederdi. Yirmi altı sene önce Ankara'nın kuru Ağustos sıcağında öldü. Bir gün Hacettepe'nin morgunda kalmıştı. Morgun soğutucusu bozukmuş. Gömülmek için tabuttan çıkartıldığında kokuyordu. Kuzenimin cenazeyi mezara yerleştirirkenki yüz ifadesini gayet iyi hatırlıyorum. Derin derin nefes alıyordu, kusmamak için. Annemin teyzesi yani anneannemin kardeşi ise soğuktan nefret ederdi, benim gibi. Yirmi dört sene önce karlar İstanbul'u kaplamışken, o yılın en soğuk gününde öldü. Mezar yeri donmuştu. Kazıp çukur açmak için az uğraşmadılar. 'Bu örneklere bakarsak ve şimdiki ölümün soğuk suda gerçekleşeceği düşünülecek olursa burada hayatımın sonuna çok yakınım' diye anlamsız bir düz mantık yürütüyorum. Yine de aklım başımdayken, güneş tamamen batmamışken dalgaların resmini çekebildim. 'Acaba fotoğraf makinem kurtulur mu?' diye geçiyor aklımdan. Öyle film şeridi gibi hayatım falan hiç geçmiyor.

İki saat çalkalandık sanırım. Sonunda kimse zarar görmeden kıyıya vardık. Karaya ayak basmak güzel bir duyguymuş. Çoğunluk kendi derdine düşmüşken gruptaki üç doktor, rehberimizi sakinleştirmeye çalışıyoruz. Teknede soğukkanlı kalmayı başaran adam, iskeleye çıkar çıkmaz çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bir yandan da Kalamiti Jane'e sövüp sayıyor. 'Bu ne sorumsuzluk? Bunca insanın hayatı böyle tehlikeye atılır mı? Neden teknenin ışığı yok, telsizi yok? Bunu bildireceğim!' diye tepiniyor neredeyse. Rahatlatmaya çalışıyoruz. Kendimizi unuttuk. Aslında unutmadık. O saçma ve utanılacak ölümden kurtulduk ya, işin yorgunluğu pek de önemli değil artık. Doktor olmak ne tuhaf şey! İnsanın içine işlemiş, otomatiğe bağlanmış bir denetim mekanizması aniden ortaya çıkıveriyor. Normal insanlar tehlike bitince daha çok kendilerine döndüler. Geçip gideni bir kez daha üstelik galiba içinde oldukları zamandan daha yoğun yaşamakla meşguller. Bizlerse artık her şeyin anı olduğunu başkalarına hatırlatmakla yükümlü sayıyoruz kendimizi. Gruptaki üçüncü doktor ki yıllar önce mesleği bırakmış, bir anda aynı davranış kalıbının içine giriveriyor.

Gece yemekte epeyce içtik. Kalamiti Jane ağladı. Üzüldüm. Daha doğrusu hem kızdım hem üzüldüm. Suya düşseydik ağlamaya fırsat bulamayacaktı; düşüncesiz kadın! Ülkesine alışık olabilir ama buraya gezmek için gelenlere de yeterli güvenlik önlemlerini sağlaması gerek. O ve bağlı olduğu yerel turizm şirketi. Anladı sanırım. Bir dahaki sefere daha dikkatli davranacağından eminim.

Saat on bir gibi odalarımıza çekiliyoruz. İkimizin de banyo yapacak hali yok. Elimizi yüzümüzü yıkayıp yatıyoruz. Öyle tehlike atlattık falan diye torpil yok. Sabah altıda kalkacağız, yedide yola çıkacağız. Önümüzde on iki saatlik bir otobüs yolculuğu var. O da her şey denk giderse tabii. Uyuni'ye gideceğiz. Dünyanın Çin Seddi ile birlikte uzaydan fark edilebilen iki oluşumundan doğal olanına. Neil Armstrong'un: 'Bu ayna da neyin nesi?' diye merak edip Bolivya'da geldiği yere. Dünyanın en büyük tuz gölü ya da çölüne. Biz kuru mevsimde gidiyoruz yani çöl halini göreceğiz.

2 yorum:

jade dedi ki...

çok güzel ve heyecanlı, ellerine sağlık kardeşim.

Kunegond dedi ki...

Yaşı on yedi ile otuz yedi arasında tanımına koptum:) inanıyorum ve kesin öyledir.