ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

22 Haziran 2010 Salı

BOLİVYA - LA PAZ (VE PERU'YA DÖNÜŞ)

Yola çıktık. Neyle karşılaşacağımızı biliyoruz, onun için tedbirliyiz. Hava çoktan karardı ve soğudu; üzerimizde kazaklar, montlar... Uyuni'de depoladığımız güneş ışınları pek işe yaramıyor. Ne de olsa çöl iklimi; gündüz kırk derece, gece ise eksi beş.

Sarsıntı başladı. Aracımız öksürüp tıksırıp ilerlemeye çalışıyor. Kumanyalar dağıtılıyor. Acıktım. Hepsini yiyorum. İkram edilen çerezlerden de alıyorum. Tabii ki hiçbir şey içmiyorum.

Beklenti içindeyim, nasılsa bir şey olacak. Nitekim oluyor, lastik patladı. Şoförler bir şeyler yapıyorlar ama krikoyu takmak, lastiği değiştirmek olanaksız. Öylece, lastiksiz tekerin üzerinde ilk yerleşim yerine kadar gideceğiz. Bu ortamın normal şartlarında sakatlanmamış bir arabada olsaydık, köye kadar bir saatlik yolumuz vardı. Şimdiyse en azından ikiyle çarpmak lazım.

Otobüs iki yana yalpalayarak, altını taşlara çarparak, bizi oradan oraya savurarak ilerliyor. Umarım başka bir şey olmaz da çölün ortasında kalmayız.
Neyse, köye gelebildik. Sağ ön lastik bitmiş, jant eğrilmiş. Aracın altından yağlar damlıyor. Epeyce duracağız, belli. Bu arada naylon penceremiz mükemmel durumda. Sadece kirlenmiş.

Yine aynı köy kahvesinin önündeyiz. Köylüler bizi tanıdılar artık, hiç ilgilenmiyorlar. Beş altı kişilik sigara ekibi toplanıp geyik muhabbetine girişiyoruz. Rehberimiz Havana purosunu yakıyor ve muhteşem taklitler yapıyor. Tiyatrocu olabilirmiş! Arkadan fıkralar başlıyor. Sonra olmazsa olmaz zararsız dedikodular. Kahkahadan kırılıyoruz. Hava çok soğuk ama gülerken fark etmiyor insan. Otobüste oturanların bir kısmı bize ters ters bakıyor. Ne var? Siz de gelin, eğlenceye katılın, değil mi? Sigara içmenizi beklemiyoruz, temiz dağ havası alırsınız. Yolda kaldıysak ağlayacak değiliz herhalde. Hem uzak da davransalar, insanların arasındayız. Geceyi burada geçirmemiz gerekirse uyku tulumlarımız hazır. Daha ne isteyeceğiz ki? Gelmiyorlar.

İki saatlik duraklamadan sonra yeniden yoldayız. Artık yoruldum. Bir uyku tulumu alıp içine girdim. Fetüs pozisyonuna gelince tulumun alt kısmı arttı, onu da üzerime çektim, koltuğa sığdım. Uyumuşum. Elbette birkaç kez düşme tehlikesi atlattım ama o sıralarda uykuyla uyanıklık arasında: 'Nasılsa kendi koltuğumla öndekinin arasına sıkışır kalırım, bir şey olmaz' diye düşündüğümü hatırlıyorum. Stabilize yola girmeden önceki şehirde durup mola verdik mi, bilmiyorum. Arkadaşım bir ara ayaklarımı göremeyince endişe etmiş, kaybolduğumu sanmış sonra üst taraftan saçlarımı fark edip rahatlamış. Gün ışıyıp uyanınca: 'Bacaklarını ne yaptın?' diye sordu. Katladığımı söyledim. O pek uyuyamamış. Perişan görünüyordu.

Torbamdan çıkarken şöyle bir silkelenip tozlarımın bir kısmını içinde bıraktım. Yolculukların 'yol' kısmından her zaman hoşlanmışımdır fakat bu kadarına pek de gerek yoktu. Yine de gözlemlerim, insanın uyumlu bir yaratık olduğu doğrultusunda. İyi dayandık; bu konuda alçakgönüllülük göstermeyeceğim.

La Paz'a vardık. Dünyanın en yüksek yerleşimli başkenti; 4200 metrede. Etrafı 6000 metrelik dağlarla çevrili, kalabalık, kasvetli bir yer. Preinkalar, İnkalar, sonrasında ise süregelen soyları neden dağ tepelerinde oturmayı tercih etmişler, anlamak mümkün değil. Bir sürü ova da var halbuki.

Otelimiz güzel. Ancak geç kaldık, saat 09.20. Günün programı 10'da başlayacak. Kırk dakika içinde hem duş alıp hem kahvaltı etmemiz gerekiyor. İşleri sıraya koyuyoruz; birimiz kahvaltıdayken diğeri duşta. Koşarak yer değiştiriyoruz, tabii ki yetişiyoruz.

Önce şehirde dolaşıyoruz. İspanyol tarzı bitişik nizam, çok renkli, üç dört katlı kolonyal evlerin bulunduğu sokaklar güzel. Bunun dışında hiç bir özelliği olmayan, gökdelenlerle sıvasız binaların yanyana yer aldığı bir başkent. Tek ilginç yanı, yolların altından nehirlerin akıyor olması. Akarsuları kurutmamışlar ve nasıl bir mühendislik bilgisiyle başardıklarını anlayamadığım şekilde caddeleri üzerlerine yerleştirmişler. Sonuçta bunca yüksekte hiç su problemi yok.

Öğle yemeğinden sonra La Paz'ın neredeyse içinde sayılabilecek yakınlıktaki Ay Vadisi'ne gidiyoruz. Titicaca'daki Ay adasını göremedik ama burayı keşfedeceğiz. Nasılsa karada! Volkanik beyaz taşların değişik şekiller oluşturduğu bir bölge. Kapadokya'yı görmüş bizler için hiç bir ilgi çekici yanı yoktu.

Çıkışta sokağın ortasında cilveleşen güvercinlerle karşılaştık. Bizden etkilenmeden uzun uzun seviştiler. Latin kuşları! Sıcakkanlı, dışa dönük, çevreye aldırmaz, sakin, korkusuz... İnsanları gibi. Resimlerini çekmemek imkansızdı.

Otele dönmeden önce rehberimiz, güneşe bakmamızı söylüyor. Önü puslanmış, çevresi altınla gümüş karışımı renklerle harelenmiş; Satürn'e benziyor. İzlediğimiz görüntü, dünya yüzünde bir La Paz'da bir de Nevada çölünde oluşurmuş. Bilimsel açıdan henüz çözümlenememiş. Kalamiti Jane: 'Biz bunu görünce, kırk sekiz saat içinde yağmur yağacağını biliriz' diyor. Her halk, anlaşılamayan doğa olaylarına kendi pratik açıklamalarını getiriyor, rahatlıyor.

Nihayet odamızdayız. Tam üç saat vaktimiz var, mükemmel bir şey! Grubun bazı üyeleri alışverişe çıkıyorlar. Biz kapımızı kapatıp günlerdir özlediğimiz şekilde rahatça oturuyoruz. Her şeyden konuşuyoruz: Peru'dan, Bolivya'dan, Türkiye'den, geçmişten, gelecekten... Sere serpe yayılıp sohbet etmek ne zevkli şeymiş!

Gece programı güzel. Hoş bir lokantadayız. Pan flütler, gitarlar, bançolar eşliğinde yerel danslar var. Derken sahnedeki dansçılardan biri gelip kolumdan çekiyor. Dansa kaldırılıyorum! Daha önce iki kez Peru'da dans etmiştim, figürler aşağı yukarı aynı, kısmen öğrendim sayılır ama... Profesyonellerle yapabilir miyim? Neden olmasın? Antonio ne demişti? 'Dans etmeyi bilmek gerekmez. Müzikten başka bir şey düşünmezsen vücudun ritmi algılar ve uyar.' Buralardaki insanların genlerine işlemiş bir ritm duygusu var. Bende yok tabii fakat deneyeceğim.

4200 metrede kırk beş dakikaya yakın süreyle uçtum sanki. Meditasyon gibi bir şeydi. Bittiğinde nefes nefeseydim, başım dönüyordu ama olsun, değdi.

Çok terledim. Sigara içmek için dışarıya çıkıyorum. Gruptan birkaç kişi de geliyor. Hepsi sırayla beni bir kenara çekiyor ve çok özel dertlerini anlatıyorlar. Şaşırıyorum. Ne oldu? Danstan sonra aydınlık, açık bir odaya benzedim sanki. İnsanlar tek tek gelip bende rahatlıyorlar. Sıkılmadım. Dinledim, duyduklarımı ise sakladım.

Otele on iki gibi dönüyoruz. Yarın Pazar ve sabah saat yedide uzun dönüş yolculuğu başlayacak. Ancak Pazartesi gece yarısı eve varabileceğiz.

Kalamiti Jane, bizi havaalanına kadar geçirdi. Onun evi La Paz'da. Biraz dinlenecek.

Aslında bu yazıyı Bolivya'yı en azından ana hatlarıyla unutmamak için planlamıştım ama dönerken Peru'da, Lima'da gezdiğimiz, Pasifiği en batıdan seyrederek içindeki lokantalardan birinde yemek yediğimiz o geniş ve çok güzel parktan kısaca bahsetmezsem olmayacak.

Denize bakan duvarları Gaudi tarzı işlemelerle bezenmiş, bakımlı çimenlerine basmanın serbest bırakıldığı bir yer. Girişine sevişen bir çiftin devasa heykeli yerleştirilmiş ve kaidesindeki metal plakaya İspanyolca: 'Aşk, en kuvvetli ışıktır' yazılmış. Çocuklar koşuşuyor, sevgililer sakınmadan öpüşüyor, yaşlılar dinleniyor...

Latin Amerika'yı sevdim. Sevmek değiştirirmiş derler. Değiştiğimi dönmeden önce fark etmiştim. Onca yorgunluktan hemen sonra bile kendimi eskisinden daha esnek ve sanki çocuk gibi yeniden şekillendirilebilir hissediyordum. 'Ben değiştiysem, hayatım da bir şekilde değişecektir' diye düşündüğümü çok iyi anımsıyorum.

Belki ileride Peru'yu da yazarım. Ya da Japonya'yı; büyük hikaye...

2 yorum:

jade dedi ki...

yazacağın her şeyi merakla bekliyorum. zevkle okudum. ben de yanında güneşte terledim, tozları yuttum, cama naylon takılırken teknik olarak her ayrıntıyı hayal ettim, bira içmeye devam etmene de sevindim...

penelope dedi ki...

tekrar merhaba
güney amerikayı seninle gezmek pek iyi geldi diyorum ki hadi bir daha bu sefer bizi de götür ne kadar etkileyici yerlermiş ve sen harika anlattın....
devamı nerede ??
eline saglık ama ne olur geri kalanını da yaz... sevgiler Semra