ŞÖYLE BİR BAKMAK İÇİN BİLE OLSA HOŞ GELDİNİZ!
Resimlere çok takılmayacağınızı umuyorum. Bu blog yazı için var oldu.

29 Haziran 2010 Salı

BİNGÖL'DE İZ BIRAKANLARDAN

Bingöl'deyim. Bakanlıktan hastaneye gelen faks emri ile kırk sekiz saat içinde buradaki bir buçuk aylık geçici görevime başlamam bildirildi. Verdikleri sürenin bitmesine iki üç saat kala varmıştım; ciddiye almamak olanaksız. Haberi alış aşaması, hazırlık ve yol ayrı hikaye.

Yine kış. Kasım'ın son haftası geldim, Ocağın ortasında döneceğim. Hem yılbaşı geçecek (1999'a burada gireceğim) hem de Ramazan'ın ilk on beş günü. Zor olacak, biliyorum. Ama Bingöl'e gezmek için gelmeyi pek düşünmezdim, itiraf etmeliyim. Değerlendirmek gerek.

Ne yazık ki kent dışına çıkamıyorum. Ortalık kaynıyor. Doğu'da olduğumuz için hava da İstanbul'dakinden erken kararıyor. Hayat gün ışığıyla çok ilintili buralarda. Saat dört buçukta sokaklarda bir kişi kalmıyor. Şehrin çevresi polis ve özel tim kordonuyla çevrili, biraz uzağı, kırsalı ise orduyla. Kısacası açık hava hapishanesindeyim.

Çevrede görülecek çok yer var. İlk akla gelen kaplıca bölgesi. Biraz yıkık dökükmüş gerçi fakat yine de şifalı, sıcak suları ile keşfe değer. Sonra yüzen adalar geliyor. Küçük bir gölün içinde yüzüp duran birkaç doğal adadan bahsediyorlar. Bazen biri kıyıya yanaştığında üzerine inek çıkabildiğini, ada uzaklaşınca böğürerek orada kaldığını, tekrar aynı yere dönene kadar çobanın sabırla beklediğini anlatıyorlar. En ilgi çekici olanı ise Karlıova'dan güneşin doğuşu. "Herkes gündoğumunu seyretmek için Nemrut'a çıkıyor, aslında Karlıova'ya gelmeleri lazım" diyorlar. Vadide güneş ilk kez belirdiğinde oda kadar büyük ve elini uzatsan dokunulabilecek yakınlıkta görünüyormuş. Çoğu kişi olayın çekimine kapılıp görüntüye ulaşmaya çalışırken yardan aşağıya düşüp ölmüş.

Askerlerle, özel tim elemanlarıyla tanıştım. Yalvarıyorum beni oralara götürsünler diye; hiç tınmıyorlar. Tek söyledikleri: "Güvenliğinizi sağlayamayız". Kimliğimi yanıma almam, sizin gibi giyinirim, gündüz vakti bir gidip döneriz, falan; dinlemiyorlar. Olmadı.

Akşamları ve hafta sonları misafirhanedeyim. Bazen dolmuşla merkeze inip yiyecek alışverişi yapıyorum. Onun dışında okuyup uyuyorum. Hastaya çağrılsam da vakit geçse diye bekliyorum.

Aralık'ta kar yağdı. Çok değil, yine de tuttu. "Artık kalkmaz" dediler. "Mayıs'a kadar yerde kalır."

Gidecek lokanta, pastane falan yok. Evlerinin içine ise almaya çekiniyor insanlar. Kimse kimseye güvenmiyor. Zaten geçiciyim, sadece zorunlu vericiyim, 'çağırsak bize ne faydası var?' şeklinde düşünüyor olsalar gerek. Onların gözünden bakınca haklılar. Zaman öyle ağır akıyor ki! Çok sıkılıyorum. Ama mademki şartlar bu kadar, yetinirim. 'Gerçekçi olmak gerek' diye kendimi desteklemeye çalışıyorum.

Bir özel hastane var, yeni kurulmuş. Sahipleri Bingöllü iki genç pratisyen hekim. Henüz ameliyathanesi, doğumlar dışında girişim yapılabilecek gibi değil. Her şeye rağmen aktif; polikliniği işliyor. Arada bana da hasta çıkıyor. Bazı geceler oradaki hastalara gittiğimde oturup yemeğimi de yiyorum, ardından biraz sohbet...

Bir gün özellikle davet edildim.

Aşçı mercimek çorbası, et sote, pilav ve Kemal Paşa tatlısı yapacak. Dışarıdaki tek düzgün fırından pide gelecek. Daha ne olsun ki? Ziyafet! Sermaye sahibi pratisyen çocuklardan biri güzel saz çalıyor, küçük bir konser verecek. Güneydoğu Anadolu halkı isterse konuk ağırlamayı iyi biliyor. Kabul ediyorum elbette.

Dolmuşa binip gittim. Dönüşte kendi arabalarıyla bırakacaklar. Altı kişiyiz. İki sermayedar, birinin hemşire nişanlısı, ben, röntgen teknisyeni, bir de alaylı laboratuar teknisyeni. Doktor dinlenme odasındaki büyücek sehpanın üzeri donatılmış. Yiyecekler gerçekten lezzetli. Aşçı, döktürmüş. Pideler kıtır kıtır.

Yemekten sonra, müzikten önce laboratuar teknisyeni olan genç, soruyor: "İstanbul'da nerede oturuyorsunuz?" Söylüyorum. "Fenerbahçe'yle Caddebostan arasında sahildeki yürüyüş yolunu bilir misiniz?" Bilmez olur muyum? Yaklaşık üç sene öncesine kadar belki on kez her kış, lodos fırtınalarında yıkılıp yıkılıp tekrar yapıldı. Kimbilir kaç uyanık girişimci hiçbir şey vermeden oradan zengin oldu. Sonunda nihayet kalıcı, sağlam hale gelebildi.

"İşte orayı ben yaptım!"

Gözlerim fal taşı gibi açılıyor. Çocuk ancak yirmi iki, yirmi üç yaşlarında. Ortaokul mezunu. Askerden döneli bir yıl olmuş, olmamış. Özel hastaneye becerikli olduğu için girdikten sonra laboratuarda kanları cihaza yerleştirip çıkartmayı öğrenmiş, işsiz kalmaktan kurtulmuş. İstanbul'da Anadolu yakasının en değerli sahilini kamuya kendisinin sunduğunu iddia ediyor!

"Nasıl oldu bu?"

Anlatmaya başlıyor:

"On dokuz yaşındaydım. Kışa askere çağrılacağım yıl. Orada burada sürtmekten çok canım sıkıldı, birkaç arkadaşımın daha aklını çeldim, İstanbul'a gittik. Memleketten ilk çıkışım. Ailem istemedi tabii. Para falan yok, kazanırsak ne ala! İlkbahardayız, nasılsa mevsim ılıman, açıkta bile kalsak donmayız diye düşündük. Gerçekten de ilk geceler parklarda yatmak zorunda kaldık. Çok üşümedik. Hem genciz, macera işte. Sonra amele pazarlarını keşfettik. Değişik inşaatlarda çalışmaya başladık. Bir de bekar odası tuttuk, sekiz kişi kalıyoruz; düzene girdik sayılır. Babamlar merak ediyorlar, her gece telefon etmezsem annem baygınlıklar geçiriyormuş. Bir ayın içinde onlar da alıştı. Hava ısındı. İş çıkışı değişik semtlere gidiyoruz, büyük şehri öğreniyoruz. Fakat inşaat işi beni sarmadı. Bunu herkesin yapabileceğini düşünür oldum. Öyle bir şey bulmalıyım ki, İstanbul'da izim kalsın. Bir gün Caddebostan sahilinde adalara bakarak dolaşırken orta yaşlı bir adam yanıma geldi. 'İş arıyor musun?' diye sordu. 'İşine bağlı' dedim. O sahilin beton kaplamasıyla mendirek inşaatından sorumlu olan kişiymiş. Şimdiye kadarkiler hep yıkılmış, onunki başka olacakmış. İşçi açığı varmış. Öyle başvuruyla, tavsiyeyle değil, gözünün tuttuğu, kendi seçtiği kişileri çalıştırmak istiyormuş. 'Ancak işi benimseyerek yapanlar kalıcı bir şey ortaya çıkartabilirler. Sen iyi bir delikanlıya benziyorsun, ne dersin?' dedi. Üzerine atladım. Elbette ki sigorta falan yok. Ama yevmiyeler güzel. On üç, on dört saat çalışıyorum, bazen Pazar tatili bile yapmıyorum. O kocaman dalgakıran kalıplarını döküp denizin içinde uygun yerlere yerleştiriyoruz. Öyle ki dalga gelince yavaş yavaş kırılıp gücü kesilecek. Böylece hem sahile su çıkmayacak hem de betonlar sağlam kalacak. Bir de asıl yürüyüş yolunun altına merdivenle inilen ikinci bir bölüm daha ekleyip yukarı kısmı garantiye alıyoruz. İş sonbaharda tamamlanacak. Aileme ise söz verdim, en geç Kasım'da döneceğim. Öyle severek yapıyorum ki bitiremeden gitmek zorunda kalacağım diye korkuyorum. Dört ay çalıştım ve bitirdik. Sonra birkaç gün ben de piyasa yaptım oralarda. Döşediğim taşların üzerinde koşan, bisiklete binen çocuklar gördüm. İstanbul'da altı ay kaldım, son dört ayı hayatımın en zevkli zamanlarıydı. Üstelik para bile biriktirdim. İşte böyle. Hala sağlam, değil mi?"

Çocuğun yüzüne dikkatle baktım. Avurtları çökük, kara kuru bir oğlan. Göz bebekleri görünmeyecek kadar koyu kahverengi, iri gözleri var. İfadesi belirsiz. Ses tonu sakin, kendinden emin. Bu yaşta ne yaptığını biliyor. Tanımadığı insanların hayatlarına katkıda bulunduğunun bilincinde. Bundan gurur duymuş, paylaşmaktan mutlu oluyor. Çoğu okumuş yazmış kişi varlık bunalımı içinde sürüklenirken o, yaşamın anlamının iyi ve kalıcı iz bırakmak olduğu şeklindeki çözümlemesini yapmış, üstelik uygulamış. Başladığına göre devam eder nasılsa.

Gece misafirhaneye dönerken kendimi huzurlu hissediyordum.

Gelecekte Bingöl'e tekrar gitmek isterim. Ne zaman olur, bilemem. Önce ortalığın durulması, acıların dinmesi gerek. Dokunup geçtiğim insanların bir kısmını arar, bulur, hasret gideririm. O genç adam çoktan evlenip çoluk çocuğa karışmıştır herhalde. Karısıyla tanışır, bebelerini severim. Belki beni Karlıova'ya götürüp gündoğumunu izletirler. Sonra yüzen adalara geçip piknik yaparız. Birinin üzerinde hem yer içer hem gölde geziniriz. Ama yanımızda kayığımızı da bulundururuz ki adanın keyfine kalmayalım, istediğimiz zaman kıyıya dönebilelim. Hayal bu, bakarsın gerçekleşir!

Şimdilik sadece Fenerbahçe - Caddebostan arasında (hala son yapıldığı şekliyle bozulmadan kalan sahilde) yürüyüş yaparken oradaki günlerimi anımsıyorum. Bazen kısacık bir an ama mutlaka her seferinde...

2 yorum:

Unknown dedi ki...

Nedret,
Üç yıl önce Bingöl'den geçmiş birisi olarak anıların ve onları ele alışın, bağlantılar, kattığın yorumlar çok güzel. Keşke biraz da işten ve hastalardan, onlarla ilşkilerden söz etsen. Eminim bir sürü gözlemin vardır.
Çok selam
Nergis

Nedret Okan dedi ki...

Yazılarımda mümkün olduğu kadar meslek yaşantımdan söz etmemeye çalışıyorum. Arada kaçanlar bile bana fazla geliyor. Yorumların için çok teşekkürler, sevgiler. Nedret.